15 Mayıs 2011 Pazar

Mustafa Kemal Atatürk



Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.

Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.

1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.

Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.



1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.

Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.

Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı.

23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni topla***** vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.





Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923′de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox’a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği’ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.
Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05′te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi’nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü

William Shakespare


En büyük oyun yazarlarından biri olarak değerlendirilen İngiliz şair William Shakespeare, yarattığı karakterlerde insan doğasının en değişmez özelliklerini benzersiz bir şiir diliyle yansıtması dolayısıyla, yaşadığı yüzyıldan bu yana her çağda ve her ülkede en sık sahnelenen oyunlar yazarıdır. 1564 yılında Warwickshireda Stratford-upon-Avon'da doğan Shakespeare'in bunca ününe karşın, hayatına ilişkin kesin belge ve bilgiler çok azdır.

Babası ticaretle uğraşan bir işadamıydı. Rönesans şairlerinden olan Shakespeare; büyük bir olasılıkla Stratford'daki ortaokulda öğrenim gördü. 18 yaşındayken, kendisinden yaklaşık sekiz yaş büyük olan Anne Hathaway ile evlendi ve bu evlilikten önce bir kızı, sonra biri oğlan öbürü kız ikizler dünyaya geldi. Bu sıralarda Stratford'u terk eden Shakespeare'in, bundan sonra 1592'ye kadar ki yaşamına ilişkin bilgi yoktur. Bu tarihte bir oyun yazarının yazdığı bir kitapçıkta Shakespeare’e değinilmesi, hatta onun başkalarının oyunlarını çalmakla suçlaması dolayısıyla, Shakespeare'in bu sırada bir tiyatro topluluğunda yazar ve oyuncu olarak çalıştığı bilinmektedir. Yılda ortalama iki oyun yazan Shakespeare, kendi oyunlarında da küçük roller alıyordu. 1594’e gelindiğinde, Chamberlain Topluluğu'nun önde gelen bir oyuncusuydu. Aynı yıl oyunları yayımlanmaya başladı. Döneminin bütün özelliklerini taşıdığı oyunlarının başarısı üzerine kazancı gittikçe artan Shakespeare'in, Kraliçe I. Elizabeth döneminin sonlarında varlıklı bir yaşam sürdüğü, kendi oyuncu topluluğu için 1599'da Londra'da yaptırılan Globe Tiyatrosu’nun hisselerinin bir bölümünü satın aldığı bilinmektedir.

Londra'da birkaç yıl daha kalan Shakespeare, daha sonra Stratford'a dönerek burada yaşamaya başladı ve büyük bir olasılıkla son oyunlarını da burada yazdı. Shakespeare'in, bir bölümü soylu bir genci öven, bir bölümü de bir kadına duyduğu sevgiyi dile getiren Soneler'i son derece duyarlı ve zengin bir dille kaleme alınmış şiirlerdir.
Shakespeare her biri birbirinden değişik komedi ve trajediler kaleme aldı. “Bir Yaz Gecesi Rüyası” adlı komedisinde, bazı kendi halinde kişilerin dükü eğlendirmek için bir oyun sahnelemeye kalktıktan sonra iki lafı bir araya getirememeleri Shakespeare'in benzersiz güldürü yeteneğini ortaya koyar. Trajedilerinde ise izleyicilerin tüylerini diken diken eden bir gerilim yaratabilmiştir. Birçok başka yazar ince esprili komediler, romantik oyunlar, ürkütücü cinayet ve öç alma trajedileri, büyük öyküleri yazmakta ustaydı. Ama hiçbiri bunların tümünde birden Shakespeare kadar başarılı olamadı.

Bu olağanüstü çeşitliliğin yanı sıra, izleyicilerin ve okuyucuların Shakespeare'in oyunlarında en çok hayranlık duydukları şeylerden biri, onun yapıtlarındaki karakterlerin "kitap karakterleri" gibi gözükmemesiydi. Tersine, bu karakterler bir oyunda değil de yaşamda karşılaşıldığında görünür görmez tanınacak kadar gerçek kişilerdir. Aslında Shakespeare'in kahramanlarından bazıları, o kahramanın yer aldığı oyunu görmeyen kişilerce bile bilinir. İriyarı, hoşsohbet, cana yakın bir adam olan, eğlenceyi ve şarabı seven Sir John Falstaff bunlardan biridir. Yazarın Henry IV adlı oyununun birinci ve ikinci bölümlerinde geçen Prens Halin arkadaşlarıdır. Shakespeare Henry V'te Falstaff'ın nasıl öldüğünü anlatan bir sahneye yer vermiş, ama Kraliçe I. Elizabeth'in bu karakteri başka bir oyunda gene görmek istemesi üzerine de Windsor'un “Şen Kadınları” adlı komedisinde Falstaff yeniden ortaya çıkmıştır.

Shakespeare'in karakterleri arasında özellikle ünlü olanlardan biri de, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi, hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayan, her çağda yoruma açık bir kişiliği olan Danimarka Prensi Hamlet'tir. Acı çekmek ya da kendini öldürerek bu acıyı dindirmek arasında bocalayan Hamlet'in ikilemini, Shakespeare ünlü "Olmak ya da olmamak! İşte bütün sorun bu!" dizesiyle dile getirmiştir. Shakespeare'in “Hamlet”, “Macbeth” ve “Kral Lear” gibi trajedilerinde kahramanların asıl sorunu kendi kusurları ya da zayıflıklarıdır. Bunlar çoğunlukla acımasızlık, hırs, kıskançlık, bencillik gibi hoş olmayan özelliklerdir. Öte yandan Shakespeare gene de öyle canlı karakterler yaratır, onların iç dünyasını ve acılarını öylesine sevecenlikle sergiler ki, izleyiciler onlara yakınlık duyar, başlarına gelenlere üzülür. Shakespeare'in böyle canlı karakterler yaratması, oyunun öyküsü gerçek dışı bile olsa, kişilerin inandırıcı olduğu anlamına gelir. Karakterlerin şiir diliyle konuşmaları bile onların inandırıcılığını zedelemez.

William Shakespeare, 23 Nisan 1616'da Startfort'ta, Ben Jonson ile birlikte katıldığı bir şölenin ardından hayat gözlerini kapamıştır. Eserlerinin bir çoğu Türkçe’ye çevrilerek, ülkemizde de sergilenmiş, bazıları da sinema filmi olarak çekilmiştir.



Neil Armstrong


5 Haziran 1930 tarihinde, Ohio'da bir çiftlik evinde, Stephen ve Viola Engel Armstrong'un en büyük oğulları olarak dünyaya geldi. Altı yaşındayken ilk uçuşunu yaşadı ve uçaklara büyük ilgi duymaya başladı. Büyüdüğü kasabada pek çok farklı işte işte çalıştı ve onbeş yaşına geldiğinde uçuş dersleri almaya başladı. Onaltı yaşına geldiğinde, henüz ehliyeti yokken, uçuş lisansını almayı başardı.
Uçaklardan her zaman çok etkilenen Armstrong, evinin bodrum katına inşa ettiği rüzgar tünelinde, yaptığı model uçakların performanslarını gözlemledi.
1947 yılında Blume Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Amerika Birleşik Devletleri Donanması'ndan aldığı bursla Purdue Üniversitesi'ne girdi. Bu okulda bir süre uçuş mühendisliği üzerine eğitim aldı ancak, 1949 yılında Donanma tarafından aktif olarak göreve çağırıldı. 20 yaşına geldiğinde, Pensacola Naval Hava Üssü'nde, filonun en genç jet pilotu olma şansını elde etti. 1950 yılında Kore'ye gönderildi. Savaşın sona ermesiyle Purdue'ye dönen Armstrong, yarım bırakmak zorunda kaldığı uçuş mühendisliği eğitimini tamamladı.
Okulunu bitirdikten sonra NACA'ya (Ulusal Havacılık Danışma Kurulu) giren Armstrong, Clevland'daki Lewis Laboratuarı'nda araştırma pilotu olarak görev yaptıktan sonra, aynı kurumun California Dreamin'daki Yüksek Hızlı Uçuş Merkezi'ne transfer oldu. Burada yüksek hızlı uçuşlarda çığır açan pek çok uçakta test pilotluğu görevi yaptı.
1962 yılına gelindiğinde astronot statüsüne erişen Armstrong, 16 Mart 1968 tarihinde hayata geçirilen Gemini 8 projesinde en üst düzey pilot olarak görev yaptı. Bu projede ilk kez iki uzay aracının kenetlenmesi gerçekleştirildi. 20 Temmuz 1969 tarihinde, Apollo 11 uzay aracı ile Ay'a gitti. Buzz Aldrin ile birlikte gerçekleştirilen bu görevde 2.5 saat boyunca Ay yüzeyini inceledi.
1971 yılında NASA'dan ayrılan Armstrong, Cincinati Üniversitesi'nde, uzay mühendisliği bölümünde profesör olarak görev yapmaya başladı. 1986 yılında, Challenger kazasının araştırma komisyonunda da hizmet verdi. Evli ve iki çocuk babası olan Armstrong, yaşamını Ohio'da sürdürmektedir. 

Aşık Veysel




Veysel Şatıroğlu,1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.

Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.

Fatih Sultan Mehmet


Fatih Sultan Mehmed 29 Mart 1432'de Edirne'de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Huma Hatun'dur. Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir padişahtı. Devrinin en büyük ulemalarından birisiydi ve yedi yabancı dil bilirdi. Alim, şair ve sanatkarları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed'in en çok değer verdiği alimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi. Fatih Sultan Mehmed okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça'ya çevrilmiş olan felsefi eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritasını yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul'a getirtirdi. Nitekim Astronomi bilgini Ali Kuşçu kendi döneminde İstanbul'a geldi. Ünlü Ressam Bellini'yi de İstanbul'a davet ederek kendi resmini yaptırdı. Şair ve açık görüşlüydü. Fatih Sultan Mehmed 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat 25 sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.
20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul'u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak Fatih ünvanını aldı. Hz.Muhammed'in (S.A.V) hadisi şerifinde müjdelediği İstanbul'un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Orta Çağ'ı kapatıp, Yeniçağ'ı açan Cihan İmparatoru Fatih Sultan Mehmed, Nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü Maltepe'de vefat etti ve Fatih Camii'nin yanındaki Fatih Türbesi'ne defnedildi.
İSTANBUL'UN FETHİ Fatih Sultan Mehmed padişah, olduktan sonra ilk iş olarak, devamlı ayaklanma çıkaran Karamanoğlu Beyliğine karşı sefere çıktı. Karamanoğlu İbrahim Bey af diledi. Fatih İstanbul'un fethini düşündüğü için onu bağışladı. Fatih Sultan Mehmed, büyük gayesini gerçekleştirmek için, Macarlara, Sırplara ve Bizanslılara karşı yumuşak davranıyordu. Amacı Haçlıların birleşmesini önlemek, onları tahrik etmemek ve zaman kazanmaktı. Bin yıllık tarihinin sonuna gelmiş olan Bizans küçüle küçüle sadece İstanbul şehrinin sınırları içinde hüküm süren bir devlet durumuna düşmüştü. Ancak buna rağmen Bizans'ın varlığı, Balkanlardaki Türk hakimiyeti açısından tehlikeli oluyordu. Bizans İmparatorları, Anadolu'daki çeşitli siyasi güçleri de Osmanlı aleyhine kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta zaman zaman Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht kavgalarına karışıp devletin iç düzenini bozuyorlardı. İstanbul'un Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altında girmesi, ticari ve kültürel yönden önemli bir avantajın daha ele geçirilmesi demekti. Boğazlar tam anlamıyla kontrol altına alınacak ve bu sayede, Karadeniz ticaret yolları ele geçirilmiş olacaktı. Karamanoğulları meselesini çözen Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi için gerekli hazırlıklara başladı. Devrin mühendislerinden Musluhiddin, Saruca Sekban ile Osmanlılara sığınan Macar Urban Edirne'de top dökümü işiyle görevlendirildi. "Şahi" adı verilen bu topların yanında, tekerlekli kuleler ve aşırtma güllelerin üretilmesi (havan topu) yapılan hazırlıklar arasındaydı. Yaptırılan bu büyük toplar İstanbul'un fethedilmesinde önemli rol oynadı. Yıldırım Bayezid'in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarının karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi. Bu sayede Boğazlar'ın kontrolü sağlanacak, deniz yoluyla gelebilecek yardımlara karşı tedbir alınmış olacaktı. 400 parçadan oluşan bir donanma inşa edildi. Turhan Bey komutasındaki bir Osmanlı donanması Mora'ya gönderildi ve İstanbul'a yardım gelmesi engellendi. Eflak ve Sırbistan ile var olan barış antlaşmaları yenilendi. Macarlarla da üç yıllık bir antlaşma yapıldı. Osmanlıların bu hazırlıkları karşısında, Bizanslılar da boş durmuyordu. Surlar sağlamlaştırılıyor ve şehre yiyecek depolanıyordu. Ayrıca Bizans İmparatoru Konstantin, Haliç'e bir zincir gerdirerek, buradan gelecek tehlikeyi önlemeye çalıştı. Aynı zamanda Haçlı dünyasından yardım isteniyor, Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu. Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, "İstanbul'da Kardinal Külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız" diyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Bizans İmparatoru Konstantin'e bir elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi. Fakat İmparatordan gelen savaşa hazırız mesajı üzerine, İstanbul'un kara surları önüne gelen Osmanlı ordusu, 6 Nisan 1453'de kuşatmayı başlattı. Osmanlı donanması ise Haliç'in girişinde ve Sarayburnu önünde demirlemişti. Ordu; merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. 19 Nisan'da yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile Topkapı surlarından burçlara kadar yanaşıldı. Osmanlı Ordusundaki er sayısı 150.000 ile 200.000 arasındaydı. Bu kuvvetlere Rumeli ve Anadolu beylerine bağlı çeşitli kuvvetler de katılmıştı. Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı. Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizans'a yardım ediyorlardı. Fatih Sultan Mehmed Osmanlı donanmasının kuşatma sırasında yeterince kullanılamadığını ve bu yüzden kuşatmanın uzadığını düşünüyordu. İstanbul'un Haliç tarafındaki surlarının zayıf olduğu biliniyordu. Bizans bu bölgeye zinciri bu nedenle germişti. Yüksekten atılan taş gülleler Bizans donanmasından bazı gemileri batırmıştı fakat bir kısım donanmanın Haliç'e indirilmesi kesin olarak gerekliydi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethedilmesini kolaylaştıracak önemli kararını verdi. Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç'e indirilecekti. Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşa'ya kadar ulaşan bir güzergah üzerine kızaklar yerleştirildi. Gemilerin, kızakların üzerinden kaydırılabilmesi için, Galata Cenevizlilerinden zeytinyağı, sade yağ ve domuz yağı alınarak kızaklar yağlandı. 21-22 Nisan gecesi 67(yada 72) parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliç'e indirildi. Haliç'teki Türk donanmasına ait toplar, surları dövmeye başladı. Ciddi çarpışmalar cereyan etti. Bundan sonraki günlerde top savaşı, ok, tüfek atışları, lağım kazmalar, büyük ve hareketli savaş kulelerinin surlara saldırıları devam etti. Kuşatmanın uzun sürmesi ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe yarattı. Ancak, İstanbul'u her ne şartta olursa olsun almaya kararlı olan Fatih Sultan Mehmed kumandanların ve alimlerin de bulunduğu bir toplantı düzenledi. Cesaretlendirici bir konuşma yaptıktan sonra, 29 Mayıs'ta genel saldırının yapılacağına dair kararını açıkladı. Çarpışmalar sırasında Bizans'ı koruyan surlar üzerinde kapatılması mümkün olmayan gedikler açılmaya başlamıştı. Surlar içerisine küçük sızmalar oluyor, ancak geri püskürtülüyordu. İlk defa Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının şehit olmak pahasına tutunmayı başardıkları İstanbul surları, artık direnemiyordu. 53 gün süren ve 19 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve 29 Mayıs'ta yapılan dört büyük saldırıdan sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nun 1125 yıllık başkenti olan İstanbul, 29 Mayıs 1453 salı günü fethedildi. İstanbul'un fethi, çok önemli sonuçları da beraberinde getirdi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinden sonra batıdaki hakimiyeti pekiştirmek, sınırları genişletmek, İslam'ı en uzak yerlere kadar yaymak ve Hıristiyan birliğini bozmak amacıyla Avrupa üzerine bir çok seferler düzenledi. Sırbistan (1454,1459), Mora (1460), Eflak (1462), Boğdan (1476), Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik (1463-1479), İtalya (1480) ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'daki hakimiyetini pekiştirdi. Sırbistan Krallığı tamamen ortadan kaldırılıp Osmanlı sancağı haline getirildi, Mora tamamen fethedildi, Eflak Osmanlı eyaleti yapıldı, Bosna tekrar Osmanlı hakimiyetine alındı, Arnavutluk ele geçirildi. 16 yıl süren Osmanlı-Venedik Deniz Savaşları sonunda Venedik barış imzalamayı kabul etti. İtalya'ya yapılan sefer sırasında Roma'nın fethi açısından çok önemli bir merkez olan Otranto, fethedildi ancak Fatih Sultan Mehmed'in ölümü üzerine geri kaybedildi. 



Fatma Aliye Hanım



Fatma Aliye Hanım Türk edebiyatının ilk kadın romancısı olarak tanınır.
9 Ekim 1862'de İstanbul'da doğdu. Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa'nın kızıdır. Fransızca ve Arapça dersleri aldı; matematik, hukuk, Arap tarihi ve felsefesi okudu. 1879'da Faik Paşa ile evlendi.
Edebi yaşantısına 1889'da George Ohnet'in Volonte adlı romanını Meram adıyla çevirerek başladı. Bu romanı "Bir Hanım" imzasıyla çevirmiştir. Fatma Aliye'nin bu çabası Ahmed Midhat tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övüldü. Daha sonra yapıtlarında "Mütercime-i Meram" takma adını kullandı. 1892 yılında ilk romanı olan Muhadarat'ı yazdı. Bu romanında bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmeye çalışır. Romanlarında çoğunlukla duygusal aşk temalarını işler.
1914 yılında yazdığı Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı son yapıtıdır. bu romanında Me
Kaydı Yayınla
şrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlamıştır. Fatma Aliye 13 Temmuz 1936 tarihinde İstanbul'da vefat etti.
Diğer Önemli Yapıtları
Roman: Ref'et (1898), Udi (1899), Enin (1910).
Yaşamöyküsü ve tarih alınındaki yapıtları: Namdaran-ı Zenan-ı İslamıyan (Ünlü İslam Kadınları) (1892), Teracüm-i Ahval-ı Felasife (Felsefecilerin Yaşamları) (1900).
Ayrıca Fatma Aliye üzerine Ahmed Midhat'ın Fatma Aliye Hanım yahud Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşeti (1893) adlı bir incelemesi vardır.




Albert Einstein

Albert Einstein, 14 mart 1879 yılında Almanya'da Württemberg'de doğdu. 1880 yılının Haziran ayında ailesi Münih‘e taşındı. Babası Hermann ve abisi Yakob burada Einstein&Cie adında bir elektrik mühendisliği ile ilgili bir şirket kurdular. Einstein, konuşmaya geç başlaması dışında normal bir çocukluk geçirdi. 1884 yılında eğitimi için özel dersler ve 1885 yılında da keman dersleri aldı. Aynı yıl Yahudi olduğu halde Munich'deki Katolik Okulu'nda eğitimine başladı. 1888'de yine bu şehirdeki Luitpold Gymnasium'a geçerek eğitimine devam etti. Eğitim hayatından hoşlanmıyordu. 1894 yılında ailesinin iflası sonucu İtalya'ya yerleştiler.
Bugünkü adı "ETH Zürich" olan "Swiss Federal Polytechnic Enstitüsü"ne gitmek için başvurdu ancak giriş sınavında başarısız olduğu için, İsviçre'de Aarau'da eğitimine devam etti. Babasının istediği gibi elektrik mühendisi olamayacağını anladı. İki yıl sonra 1896'da "Swiss Federal Polytechnic Enstitüsü"ne matematik ve fizik öğretmeni olmak için gitti. Maxwell'in "Elektromanyetik Teorisi" üzerinde çalıştı. Bu okulda tek kadın öğrenci olan Mileva Maric ile tanıştı. Evlenmek için ailesiyle tanıştırdı ancak Mileva'nın yaşının büyük olması ve Yahudi olmamasından dolayı annesi evliliğe karşı geldi. Mileva'nın evlilik dışı hamile kalmasıyla doğan kızlarını evlatlık olarak vermek zorunda kaldılar.
1900 yılının Haziran ayında mezun oldu. Ardından 21 Şubat 1901'de İsviçre vatandaşlığına başvurdu ve kabul edildi. Mayıs 1901'den, Temmuz 1902'ye kadar Winterthur ve Achaffhausen'de özel ders verdi. Öğretmenlik için başvurduğu yerlerden çok genç olması nedeniyle olumlu cevap alamıyordu. Sonra İsviçre'nin başkenti Bern'e gitti. Geçimini sağlamak için matematik ve fizik dersleri vermeye devam ediyordu. Bernese'deki "Akademie Olypia"ya katıldı. Bu sırada birçok bilim adamıyla tanışma fırsatı buldu. Kariyeri için önemli bir adımdı. Ardından teknik asistan olarak İsviçre Patent Ofisi'nde işe başladı. Einstein, mucitlerin patent alabilmesi için yaptıkları aletleri inceliyor ve elektromanyetik cihazların denetimini yapıyordu. Cihazların farklılıklarını ve zayıf yönlerini görerek, nasıl düzeltebileceği üstünde çalışıyordu. Bazen o kadar çok değişiklik yapması gerekiyordu ki alet artık onun tasarımı haline bile gelebiliyordu.
6 Ocak 1903 tarihinde ailesinin tüm karşı gelmelerine rağmen okul yıllarında tanıştığı Mileva Maric ile evlendi. Kendisi de bir matematikçi olan Milena Maric ile birçok ortak noktaya sahipti. 1904 yılında ilk oğlu Hans Albert, 1910 yılında da ikinci oğlu Eduard doğdu. İleriki yıllarda Eduard şizofreni teşhisiyle Zürich'deki bir akıl hastanesine yatıldı ve hayatını da burada kaybetti. Albert ise ileriki hayatında California Üniversitesi'nde profesörlük yaptı.
1903 yılında artık İsviçre Patent Ofisi'deki işinde ilerlemeye başlamıştı. Makina Teknolojisine hakim bir duruma gelmişti. Bir yandan Max Planck'ın kuantum teorisi üzerinde çalışıyordu.1905 yılında Zürich Üniversitesi'de "A New Determination of Molecular Dimensions" adlı doktora tezini verdi ve doktor ünvanını aldı. Aynı yıl modern fiziğin temellerini oluşturan makalelerini yazmaya başladı. "Annus Mirabilis Papers" adlı bu çalışması ile birçok bilim okulunda teorileri tartışılmaya başladı. Bu makalelerden üçü (Brownian Motion, The Photoelectric Effect ve Special Relativity) Nobel Ödülü'ne aday gösterildi. Nobel Ödülü'nün komitesindeki birçok tartışmadan sonra "The Photoelectric Effect" adlı çalışması ile 1921 yılında Nobel Fizik Ödülü'nü aldı. "The Photoelectric Effect" adlı çalışmasında Quantum Fiziği üzerinde çalışmıştı. Işık tanecikleri veya fotonlar ile ilgili hipotezini hazırladı.Yüzeyden elektron koparmak için son elektron seviyesinde az elektron bulunan alkali metalleri kullanmıştır. "hv=k+w" formülüyle fotonun olay sonundaki enerjisini hesaplamıştır. Bu makalelerin içinde yer alan "On The Electrodynamics of Moving Bodies" adlı çalışmasıyla farklı koordinat sistemlerinde bulunan sabit hızdaki farklı nesnelerin birbirlerine göre hareket prensiplerini açıklıyordu. Ardından yayımlanan "Does the Inertia of a Body Depend upon its Energy Content?" adlı makalede "E = m.c ²" formülünü ortaya atmıştır. 1906 yılında son olarak "Planck's Theory of Radiation and the Theory of Specific Heat"i yayımladı.
"Sadece iki şey sonsuzdur, evren ve insan ahmaklığı,
ilkinden o kadar da emin değilim."
Albert EINSTEIN
1908 yılında Bern'de okutman olarak göreve geldi. 1909 yılına gelindiğinde Zürich Üniversitesi'de profesör olarak çalışmaya başladı. Bir süre Prague Charles Üniversitesi'nde çalıştıktan sonra 1912'de Zürich'deki görevine geri döndü. 1914 yılında 1.Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra Berlin'de profesör olarak yerel bir üniversitede çalışmaya devam etti. Prusya'da Academy of Science'a üye oldu. Prusya vatandaşlığına başvurdu. 1914'den 1933 yılına kadar Kaiser Wilhelm Fizik Entitüsü'nde müdürlük yaptı. Yine 1920'den 1946 yılına kadar Leiden Üniversitesi'nde üstün profesörlük ünvanıyla çalışmalarını sürdürdü.
1917 yılında "On the Quantum Mechanics of Radiation" (Radyasyonun Quantum Mekaniği Üzerine) adlı makalesini yayımladı. 1919 yılında Mileva'dan boşandı, ardından kuzeni Elsa Löwenthal ile evlendi. Elsa, Einstein'nın yaşlılık yıllarında yanında oldu ancak hiç çocuk yapmadılar. 1915 yılında Prusya'da Academy of Science'da bulunduğu sırada genel izafiyet kuramını oluşturdu. Newton'nun çekim yasalarından yararlanarak kendi teorisini oluşturdu. 2. Dünya Savaşı 'ndan dolayı yayımları Almanya'dan dışarıya ulaşamadı. Einstein'nın bu yeni teorisi Hendrik Antoon Lorentz ve Paul Ehrenfest tarafından keşfedildi. İngiltere'deki birçok astronom bu teoriyi inandırıcı bulmadı. 1917 yılındaki güneş tutulmasındaki gözlemler ile teorinin gerçekliği ortaya çıkacaktı. Ertesi yıl güneş tutulmasına ait fotoğraflar incelendi. Einstein, kütlenin uzay- zamanı geometrik olarak eğmesi, uzak yıldızlardan gelen ışıkların eğrilmesine neden olduğu savunuyordu. Bu eğrilik iç bükey olmalıydı. Bu teori bilim dünyasında büyük bir yankı uyandırdı.
1921 yılında Einstein teorisi üzerinde çalışmak için New york 'a gitti. 1933 yılında Hitler'in ırkçı politikasından dolayı Alman vatandaşlığından çıkarak Amerika'ya geçti ve buranın vatandaşlığına geçti.Amerika birleşik Devletleri 'nde Princeton Üniversitesi'nde Institute of Advanced Study'de profesörlük hayatına ve çalışmalarına devam etti. 1945 yılında Princeton Üniversitesi'nden emekli oldu. 1926 yılında ise Leo Szilard ile zehirli gaz çıkarmayan buzdolabı projesi üzerinde çalıştı.
1933 yılında Almanya'da Nasyonal Sosyalist Partisi'nin iktidara gelmesiyle yasalar yüzünden çalışmalarına izin verilmeyen 40 bilim adamı adına Mustafa Kemal ATATÜRK'e bir mektup yazarak onların Türkiye'de çalışmalarına devam etmelerini istemişti. Atatürk bu isteği kabul ederek İstanbul Üniversitesi'nde çalışma imkanı tanımıştı.
Bu dönem Einstein'a İsrail Başbakanlığı teklif edildi ancak Einstein teklifi kabul etmedi. Dr. Chaim Weizmann ile Jerusalem Musevi Üniversitesi'ni kurdu.
1945 yılında Roosvelt'e yazdığı mektupta nükleer silahların yapılabileceğinden bahsetti. Daha sonra nükleer silahların oluşumuna ve kullanılmasına neden olduğu için büyük pişmanlık duyduğunu hep dile getirdi. Hayatının geri kalanında da Atom Bombası'nın kullanım şeklinden rahatsızlığını dile getirerek, buna karşı bir tutum izledi.
1948 yılında Brendeis Üniversitesi'nin komitesinde görev aldı. 18 Nisan1955 yılında 76 yaşında iç kanama sonucu hayatını kaybetti. "Generalized Theory of Gravitation" adlı çalışması yarım kaldı.
Ölümünden sonra otopsisini yapan Dr. Thomas Stoltz Harvey beynindeki anormaliyi fark etti. Paryetal lobunun normal insanlarınkinden %15 daha büyük olduğunu keşfetti. Beynin bu bölgesi matematik ve görsel yetenekle ilgili becerilerinin geliştiği bölge idi. Ayrıca Einstein'nın beyninin normal insanlardan %73 daha kıvrımlı olduğu gözlemlendi.
Einstein’ın araştırmaları (kronolojik sıra ile); Özel Görelilik Teorisi (1905), Görelilik (İngilizce çevirileri 1920 ve 1950), Genel Görelilik Teorisi (1916), Brown Devinimi Teorisi Üzerine Araştırmalar (1926), ve Fiziğin Evrimi (1938).










Büyük İskender


Büyük İskender, adı Doğu efsanelerinde yaşayan, o zamanki dünyanın yarısını 13 yılda fethetmiş, Pers İmparatorluğu'nun güçlü ordularını yenmiş, M.Ö. 336-323 yılları arasında Makedonya kralı ve tarihteki en büyük komutanlardan biri.
Tarihin gelmiş geçmiş en ünlü atı sayılan Busefalus, satılmak üzere Kral Filip'e getirildiğinde, en usta biniciler bile hayvanı yatıştırmak için boşuna uğraştılar, Genç prens Iskender, bunun üzerine hayvanı yularından tutarak güneşe çevirerek gölgesinden ürkmesini önleyerek sakinleştirdi ve azgın ata egemen oldu. Kral Filip bunu görünce "Oğul" diye seslendi; "Sen kendine layık bir krallık kurmaya bak , çünkü Makedonya senin için pek ufak." Kralın sözleri adeta bir kehanet niteliğindeydi, çünkü azgın ata hakim olamayı beceren genç prens, aradan yirmi yıl bile geçmeden, Iran'ı da fethedecek ve Doğu'da çok büyük bir imparatorluk kuracaktı.


Kral Filip, M.Ö. 356'da, parlak bir askeri başarı kazandığı sırada, üç ayrı haberciden, üç ayrı haber almıştı. Ünlü kumandanlarından Parmeinon, savaşta İlliryalıları altetmişti; atlarından biri Olimpiyat Oyunları'nda zafer kazanmıştı ve karısı Olempia, oğlu İskender'i dünyaya getirmişti. Kahinler krala, yeni doğan oğlunun savaşlarda yenilmek nedir bilmeyen bir komutan olacağını söylediler.
Genç İskenderin öğretmenleri arasında ünlü düşünür Aristo da vardı. Aristo'da aldığı eğitimin, İskender'in kişiliğinin oluşmasında büyük etkisi oldu. Genç prens, savaş sanatını iyice öğrenmişti. İlyada'nın bir kopyasını başucundan hiç eksik etmezdi.
Savaş alanlarında ilk başarılarını kazandığında henüz 16 Blocks yaşında bir delikanlıydı. Babası seferdeyken ayaklanan Medyalıların üstüne yürümüş, şehirlerini yerle bir etmişti. M.Ö. 338 yılında Eski Yunan'ın en kuvvetli iki devleti olan Atina ve onun müttefiki Thebes'e karşı kazanılan Keronea Savaşı'nda da Makedonya ordusuna İskender komuta ediyordu.
Kral Filip, suikaste kurban gidip öldükten sonra kral olduğunda İskender, henüz yirmi yaşına bile varmamıştı. Filip, yetenekli bir yönetici ve usta bir askerdi. Fakat sarayında dönen entrikalara engel olamamıştı. Eşi Olimpia'yı saraydan uzaklaştırmış, Kleopatra adında Makedonyalı bir kızla evlenmişti. Düğün sırasında, gelinin amcası Attalos içkiyi fazla kaçırıp sarhoş olunca, soyluları, tahta 'meşru bir veliaht' kazandırmaları için tanrılara dua etmeye çağırdı. İskender, bunun üzerine annesine hakaret eden adamın suratına öfkeyle şarap kadehini atmış, kendisini kaybeden Filip de oğluna hançer çekmişti. Ancak sendeleyip düştü ve bir şey yapamadı.
Babasının öldürülmesinde İskender'in parmağı olduğunu ileri süren tarihçi ve yazarlar da vardır; fakat bu suçlamayı doğrulayacak sağlam ipuçları yoktur. Annesinin komploya karışmış olması daha akla yakın gelmektedir. Ayrıca Olempia'nın, Kleopatra'ya, intihar etmesi için emir verdiği bilinmektedir. Kleopatra'nın dünyaya getirdiği çocuk da tanrılara kurban edilmiştir.
Tahta geçtiği zaman henüz yirmi yaşında bile olmayan İskender, öldüğü zaman da daha otuz üç yaşındaydı. Fakat aradaki on üç yıl boyunca öylesine parlak ve büyük fetihler gerçekleştirdi ki, ihtişamı yirmi üç yüzyıl boyunca dilden dile dolaştı.
Tahta çıktığında, Trakya'da, Thebes'te, İlirya'da ve Teselya'da kargaşa vardı. İskender, duruma hemen el koydu. Teselyalıların üzerine yürüdü ve kansız bir zafer kazandı. Yalnız Teselya'yı almakla kalmadı aynı zamnda diğer Yunan devletlerinin de arasını buldu. Bunun üzerine Korent'te toplanan kongre, babası zamanında tasarlanan Asya'nın fethini gerçekleştirmek için Yunan ordularının baş kunamdanlığına İskender'i getirdi.
İskender, Korent'te bulunduğu sırada ünlü düşünür Diogenes'le tarihe geçen konuşmasını yaptı. Genç kral, düşünüre kendisinden bir şey istemesini söyleyince, Diogenes, "Gölge etme başka ihsan istemem" karşılığını verdi. İskender'in bunun üzerine dostlarına, " İskender olmasaydım Diogenes olmak isterdim" dediği rivayet edilir.
İskender'in, Pers İmparatorluğu üzerine sefere çıkmasından önce başkaldıran Trakyalılara bir ders vermesi gerekiyordu. Trakyalılar, Şipka diye bilinen geçitte savunmaya geçmişlerdi. Makedonyalılar'ın ise buradan geçmeleri gerekiyordu. Trakyalılar, savaş arabalarını istilacıların üzerine yuvarlamak için doruklarda toplanmışlardı. Fakat İskender'in kullandığı taktik, bu tehlikeyi kolayca ortadan kaldırdı; Piyadelerine safları iyice açarak ilerlemeleri emrini verdi. Böylece arabalar yuvarlanarak bu boşluktan geçip gitti. Taktik başarılı oldu ve geçit ele geçirildi. Böylece, o zamanlar İster diye anılan Tuna'ya kadar ilerledi ve kuzey kıyısını aştı.
Asya'nın fethi
Pers kralı Darius, Thebes halkını Makedonyalı'lara karşı ayaklanmaları için kışkırttı. İskender şehre yürüdü ve 6.000 kişilik nüfuzu kılıçtan geçirdi. Korent Birliği, şehrin yerle bir edilmesi ve kadınlarla çocukların köle olarak satılması kararını aldı. Böylece isyancılar, oldukça ağır bir cezaya çarptırılmış oldu. Thebes ile Yunan devletleri arasında barışın sağlanmasıyla, İskenderin Avrupa'daki işi bitti ve gözünü Asya'ya çevirdi.
İskender hayatının büyük bir bölümünü Asya'da geçirdi. Askerleriyle birlikte konakladığı yerlerde yalnız bir ordugah değil, aynı zamanda Yunan uygarlığını buralara taşıyarak kültür ve sanat merkezleri de kuruyordu.
İskender, 30.000 piyade ve 5.000 süvariden oluşan ordusuyla M.Ö. 334'te Helespon'u ( bugunkü adıyla Çanakkale Boğazı) aştı. Granikos nehrinde büyük bir Pers ordusuyla karşılaştılar. İskender, savaş arabasının içinde, miğferinin iki yanındaki beyaz tüyler nedeniyle kolayca tanınıyordu. Bu yüzden ani bir saldırıya uğradı. Ama arkadaşı Kleitus, komutanının imdadına koştu ve kılıcını ustaca kullanarak İskender'in hayatını kurtardı. Daha sonra İskender Kleitos'u kılıçla vurarak öldürecekti. Yolu üzerinde geçtiği bütün şehirler ve kaleler düşüyordu. Frigya topraklarından geçerken, Gordiyon'da (bugünkü Sakarya nehri civarlarında olduğu sanılan Frigya kenti) ünlü kördüğümü kılıcıyla keserek çözdü. Eski bir inanca göre, bu düğümü çözen, Asya'ya egemen olacaktı.
İskender, mola verdikleri bir sırada serinlemek için Sindus ırmağına girdi fakat üşüterek ateşlendi. Hayatından umudun kesildiği bir sırada, Akarnania'lı Filip adında biri ortaya çıktı ve kralı iyi edecek ilacı hazırlayabileceğini söyledi. İlaç hazırlanırken çıkagelen bir haberci, Darius'un, İskender'i zehirlemek için Filip'i gonderdiğini söyledi. Kral mektubu okuduğu sırada şifacı Filip de yanına girdi. İskender, uzatılan kupayı alırken mektubu da Filip'e uzatarak "Oku!" dedi ve kupanın içindeki ilacı bir dikişte içti. İskender, gösterdiği güvenin karşılığında kısa sürede iyileşip ayağa kalktı.
Kendisine "Büyük" lakabı takan Darius, kendisini dünyanın en büyük hakimi sayıyordu. Bütün batı Asya ve Mısır onun egemenliği altındaydı. Darius'un ordusu İskender'inkinden beş kat daha güçlüydü. Ne var ki sayıca üstün olmanın, ustalık ve disiplin karşısında pek anlamı olmadığı çabuk anlaşıldı. İki ordu bugünkü İskenderun yakınlarındaki İssos yaylasında karşı karşıya geldiler. İskender'in ordusu kesin bir zafer kazandı. Darius ise ailesini bile savaş alanında bırakarak kaçtı.
İskender, tutsak kadınlara, toplumsal durumlarına uygun davranılması emrini verdi.
Darius, İskender'in teslim olma teklifini reddetti ve bunun üzerine İskender, İran'a ilerleyip Darius'un işini bitirmeye karar verdi. Fakat daha önce Suriye'nin üzerine yürüdü. En çetin direnişle, bir liman şehri olan Tire'de karşılaştı. Kanlı bir kuşatma sonucunda Tire kalesi de düştü.
Daha önce Filistin ve Mısır da işgal edilmiş, İskender adını ölümsüzleştiren ve kendi adını taşıyan büyük İskenderiye şehrini kurmuştu. Mısır ve Suriye'nin yeni efendisi, M.Ö. 331'de Tire'ye geri dödü ve İran'a yapılacak olan seferin hazırlıklarına başladı. Darius, bir milyon olduğu söylenen ordusuyla İskender'i karşıladı. Makedonyalıların ordusu ise 50.000 kadardı. Ninova yakınlarındaki Arbela'da başlayan savaş, İskender'in zaferiyle sonuçlandı. Darius, bu sefer de savaş alanından kaçmayı becerdi. Fakat o zamana kadar tarihin en büyük imparatorluğu olarak bilinen Pers İmparatorluğu'nun kaderi çizilmiş oldu. Babil ve Susa şehirlerinin kapıları Büyük İskender'e açıldı. Daha sonra, dünyanın en zengin şehri olarak bilinen başkent Persepolis de İskender'in egemenliği altına girdi.
İskender, Darius'u yakalamaya çalışsa da, Darius hainler tarafından yaralandı ve hastalanarak öldü. Ölmeden önce İskender'e, ailesine cömert davrandığı için teşekkür etti.
Birkaç ay sonraki, Sogdian kayalığının fethinden sonra, o zamana kadar kadınlarla pek ilgilenmemiş olan İskender, buranın kralı Oksiyartes'in kızına aşık oldu ve ülke geleneklerine uygun olarak evlendiler.
Hindistan'ın fethi
İskender, o zamanlar pek az tanınan Hindistan'ı fethetmeyi düşlemeye başladı. Ele geçirdiği topraklardan topladığı askerlerle gelişmiş bir ordu kuran İskender, M.Ö. 327 yazında Bak-triane'den ayrıldı. İndus nehrini aşınca, Porus adlı Raca'nın ordusuyla savaştı ve sonunda düşmanını esir aldı. Tutsağa nasıl davranılacağı sorulduğunda İskender, "Kral gibi" karşılığını verdi. Porus'a topraklarını geri vererek, devleti Makedonya'nın egemenliğine aldı.
İskender'in, Hindistan'da daha fazla ilerlemesini engelleyen şey, Makedonyalı savaşçılarının artık kılıç sallamaktan yorulmaları ve ana vatanlarına geri dömek istemeleri oldu.
Büyük İskender, M.Ö. 323'te, büyük bir şölenden sonra hastalandı ve birkaç gün içinde de Babil sarayında 33 yaşındayken öldü.
İskender'in, dünyanın en büyük askeri dehaları arasında sayılmasının yanı sıra, Yunan medeniyetinin yayılmasında ve Helenistik uygarlığın yükselmesinde de büyük payı vardır. 




Hezarfen Ahmet Çelebi


Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi geliştirdiği takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insandır. 17. yüzyılda Osmanlı’da yaşamış Türk bilginidir. 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murat zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında, “Bin Fenli” anlamına gelen “Hezarfen” olarak anıldığı bilinmektedir. (Hezar, Farsça 1000 sayısını nitelemektedir.)
İlk uçma denemelerinde, 10. yüzyıl Türk âlimlerinden İsmail Cevheri’den ilham almıştır. Cevheri’nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı’nda deneyler yapmıştır. Ayrıca, Leonardo Da Vinci’nin uçma konusundaki çalışmalarında kendinden çok önce bu konuda deneyler yapan İsmail Cevheri’den ilham aldığı sanılmaktadır.
1632 yılında lodos bir havada Galata Kulesi’nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazı’nı geçip 6000 m. ötede Üsküdar’da Doğancılar’a inen Hezarfen Ahmet Çelebi, Türk havacılık tarihinin en kayda değer simalarından birisidir. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sindeki ifadesinden ibarettir.
Bu olay, Osmanlı Devleti’nde ve Avrupa’da büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından da beğenildi. Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi’ye göre “bir kese de altınla” sevindirmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, “Bu âdem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil.” diyerek onu Cezayir’e sürgün etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti P.T.T. İdaresinin 17 Ekim 1950 Tarihinde İstanbul’da toplanan Milletlerarası Sivil Havacılık Kongresi için çıkardığı üç hatıra pulundan Zeytuni yeşil-mavi renkli 20 kuruşluk olanın taşıdığı temsili resim, Hazerfen’in Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçuşunu tasvir etmektedir.




Ameriko Vespuçi



Amerigo Vespucci (9 Mart 1454 - 22 Şubat 1512), Amerika kıtasına yaptığı seyahatler hakkında yazdığı yazılarla ünlü olmuş İtalyan bir tüccar ve haritacıdır. Güney Amerika'nın doğu sahillerine yaptığı keşif gezilerinden sonra yeni bir kıtanın keşfedildiğini anladı. O zamana kadar Kristof Kolomb dahil herkes (Portekizliler dışında) Avrupa limanlarından batıya doğru denize açılan gemicilerin Uzak Doğu ve Güneydoğu Asya'ya ulaştıklarına inanıyorlardı.
Amerigo Vespucci saygın bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Floransa'da doğdu. Babası Floransa'nın Para Değiştirenler Derneği'nde noterdi.
Özellikle iki mektubunun, "Mundus Novus" (Yeni Dünya) ve "Lettera" (ya da "Dört Deniz Yolculuğu") güvenilirliğine gölge düşmüş olması nedeniyle Vespucci'nin rolü çok tartışılmıştır. Bazıları Vespucci'nin kendi rolünü abarttığı ve kasıtlı olarak sahte kanıtlar ürettiğini, diğerleri iki mektubun da sahte olduğu ve aynı dönemde başkaları tarafından yazıldığı düşüncesini savunurlar. Amerigo, Güney Amerika kıyısı açıklarına vardıktan sonra İtalya'ya yazdığı mektupta, keşif yaptığı kara parçalarının beklenenden çok daha geniş olduğunu, daha önce Avrupalıların anlattıkları Asya gibi bir yer olmadığını ve bu yüzden de bir Yeni Dünya, yani Avrupa'da önceden bilinmeyen dördüncü bir kıta (Asya ve Afrika'dan sonra) olması gerektiğini yazdı.
Amerigo'nun mektuplarının yayımlanarak yaygın bir şekilde benimsenmesi Martin Waldseemüller'ın 1507 yılındaki dünya haritasında bu yeni kıtaya Amerika adını koymasına yol açtı. Vespucci, Latince yazdığı yazılarını kendi adının Latincesi olarak düşündüğü Americus Vespucius adıyla imzalamıştı. Waldseemüller o yüzden bu yeni kıtaya, Vespucci'nin ilk adının Latince formundan yola çıkarak, feminin şekli olan America ismini koydu. Amerigo isminin kendisi Ortaçağ Latincesindeki Emericus İtalyanca hali olup, Almanca'daki Heinrich yoluyla (İngilizcedeki Henry), Cermence bir ad olan Haimrich 'den türemiştir.
Bu tartışmalı iki mektup Vespucci'nin Amerika'ya toplam dört deniz yolculuğu yaptığını iddia ederken, bunlardan ancak ikisi diğer kaynaklarca doğrulanabilmektedir. Tarihçiler genel olarak 1497'de hiç bir keşif yolculuğu yapılmadığı konusunda birleşmektedirler (İspanya'nın Cádiz limanından aynı yılın 10 Mayıs'ında başladığı iddia edilen yolculuk).
Amerigo'nun bundan sonraki yolculuğu 1499 yılında Hojeda'nın komutasındaki bir İspanyol filosuyla gerçekleşti. Venezuela sahili boyunca seyretti. Kesin bilinen en son yolculuğu Portekiz hizmetinde 1501-1502 yılları arasında gerçekleşti ve sonradan Rio de Janeiro kentinin kurulduğu körfeze kadar ulaştı. Bu seferki yolculuğun lideri Gonçalo Coelho'ydu. Bu yolculuk sırasında Güney Amerika sahilleri boyunca güneye kadar indi. Yazılarına inanılacak olursa, geriye dönüş yapmadan önce Patagonya enlemine kadar ulaştı. Ancak bu şüpheyle karşılanmalıdır, çünkü o kadar güneye inseydi, Río de la Plata halicini görmüş olması gerekirdi. Ancak yazılarında bundan hiç söz edilmemiştir. Coelho ve Vespucci'nin bu yolculuğundan sonra Portekiz'de yapılan Güney Amerika haritalarında 25º güney enleminde bulunan bugünkü Cananéia'dan daha güneyde hiçbir kara parçası gösterilmemektedir ve bu noktanın gittikleri en güney nokta olduğu düşünülebilir. 1501'deki seferlerinin ilk yarısında, Vespucci gökteki iki yıldızı haritasında belirledi, Alfa Centauri ve Beta Centauri ve ayrıca Crux takımyıldızına ait yıldızları işaretledi. Bu yıldızlar eski Yunanlar tarafından bilinmesine rağmen, aşamalı takaddüm dolayısıyla bu yıldızlar Avrupa ufuklarının altına kaydı ve bu yüzden de unutulmuşlardı. 1503-1504 yılları arasındaki deniz seyahati hakkında çok az bilgi mevcuttur. Hatta bu yolculuğun gerçekten yapıldığı dahi şüphelidir. Amerigo Vespucci 1512 yılında İspanya'nın Sevilla kentinde öldü.
Vespucci'nin tarihteki önemi, yaptığı keşiflerden ziyade, kendi yazmış olsun veya olmasın, mektuplarında yatmaktadır. Bu mektuplardan dolayı Avrupalı halk Amerika hakkında ilk kez bilgi sahibi oldu. Amerika'nın varlığı bu mektupların yayımlanmasından sonraki birkaç yıl içinde Avrupa'da yaygın olarak bilinir hale geldi.






Alexsander Graham Bell




Kimlik: Alexander Graham Bell

Doğum Tarihi: 3 Mart 1847

Ölüm Tarihi: 2 Ağustos 1922

Doğum Yeri: Edinburgh/İskoçya

Meslek: Mucit, Bilim Adamı, Sanayici



Alexander Graham Bell (3 Mart 1847, Edinburgh – 2 Ağustos 1922, Baddeck), İskoçya asıllı Kanada‘lı bilimadamı, mucit ve sanayici. Telefonu icat eden kişi olarak tanınır.

Telefonun patentini 7 Mart 1876′da aldı. İlk telefon şirketi olan Bell Telefon Şirketi‘ni 1877′de kurdu. Bell Telefon Şirketi bugün ABD’nin en büyük şirketlerinden biridir. Ayrıca kendi geliştirdiği fonograf için bir, hava araçları için beş, hidrouçaklar için dört ve selenyum piller için de iki patenti vardır.

Babası kendini sağır ve dilsiz insanların sorunlarıyla uğraşmaya adamıştı. Bu nedenle Bell, küçük yaştan itibaren, daha sonradan çok işine yarayacak olan ses bilgisi konusunda epey bilgiye sahip oldu. Bell de kendini, sağır öğrencilerin, dolaylı olarak da olsa, seslerin dünyasını kavramaları ve yaşamalarına adadı ve ilk olarak Boston’daki Sağır ve Dilsizler Okulunda çalışmaya başladı.baktabul

Bell, telgraf şirketlerinin çıkmazı olan, bir hat üzerinde aynı anda yalnızca tek bir mesajın iletilmesi sorununa çözüm arayacak çalışmaya başlamıştı. Başlangıçta çoklu bir telgraf geliştirmeyi istiyordu. Bell, ses tellerinin ve kulak zarının titreşimlerinden yola çıkarak, insan sesindeki frekansı elde ederek, bunları elektrik sinyali biçiminde bir telden iletmenin olanaklı olup olmadığını araştırıyordu. Bunun için de diyafram adı verilen bir aletle, yapay bir kulak zarı yaratmanın gerekli olduğu sonucuna vardı. Diyafram, hem konuşma sesiyle titreşim oluşturabilecek, hem de elektrik akımı yaratan küçük değişikliklere tepki verebilecek kadar ince bir tabakaydı. Tam ortasına da diyaframla birlikte hareket eden bir manyetik zar yerleştirdi. Ses titreşimleriyle oluşan değişiklikler, alıcı merkeze ulaştığında, alıcının diyaframında titreşime neden olarak, sinyalleri yeniden sese çeviriyordu.

En değerli patentlerden biri olan telefonun patentini Bell, 7 Mart 1876′da, 29. yaş gününden dört gün sonra aldı ve ilk telefon konuşmasını New York-Chicago hattında yaptı. İlk telefon şirketi olan Bell Telefon Şirketi de 1877′de kuruldu. Bell yalnızca telefonun patentini almadı, o çok yönlü bir araştırmacı ve mucitti. Kendi geliştirdiği fonograf için bir, hava araçları için beş, hidrouçaklar için dört ve selenyum piller için de iki patenti vardır.

Alexander Graham Bell aşırı büyük üç boyutlu kutu uçurtmaları kullanarak insan taşımayı başarmış ve bu çalışmaları sadece denemelerini yaptığı istasyonun yanındaki nehri karşıdan karşıya geçmek amacıyla kullanmıştır. Graham Bell, kutu uçurtmadan esinlenerek ilk hidrofil botu yaratırken Wright Kardeşlerin uçak tasarımı çalışmaları I. Dünya Savaşı sonuna kadar devam etmiştir.

Bill Gates


Amerikalı girişimci Gates iki kişilik şirketini (Microsoft) başta gelen bir Bilgisayar Software (yazılım) şirketine dönüştürdü. Gates 20. yüzyılın son döneminde en başarılı şirket patronlarından biri oldu. Seattle/Washington'da avukat bir babayla öğretmen bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen Gates, henüz oniki yaşındayken özel bir okulda ilk informatik (bilişim) kurslarına gitti. Okul arkadaşı Paul Allen ile birlikte boş zamanlarını çoğunlukla bilgisayar programları üzerinde çalışarak geçiriyordu.
Yakınlarındaki bir şirketin büyük bilgisayarını para ödemeden kullanabilmek için, iki arkadaş kullanıcılar için yazılım hatalarını arayıp buluyorlardı. Bu şekilde bilgisayar konusunda uzmanlaşan öğrenciler, 1972'de ilk şirketlerini (Traf-O-Data) kurdular. Bu şirket bir trafik sayım ve kontrol sistemi için programlar üreterek hemen 20.000 dolarlık satış yaptı. Gates bundan bir yıl sonra TRW adlı silah işletmesinde staj gördü, ardından da babasının önerisi üzerine Harvard Üniversitesi'nde hukuk eğitimi almaya başladı.
Kişisel bilgisayarlar 70'li yılların ortasında henüz gelişimlerinin ilk aşamasında bulunuyorlardı. MITS şirketinin Altair adını verdikleri en önemli modeli henüz standart bir kullanma programına sahip olmayıp ancak tamamlanmamış bir işletme sistemine sahipti. Gates ve Allen'ın, Altair için 1964'te geliştirdikleri program dili BASIC sayesinde bilgisayar kullanıcıları aletlerini kendileri programlayabiliyorlardı. MITS firması genç araştırmacılardan pazarlama lisansını satın alarak kendilerine sistemi daha da geliştirmeleri için sipariş verdi. Gates bunun üzerine tahsilini bırakarak Allen ile birlikte Albuquerque/New Mexico'da Microsoft adlı şirketi kurdu.
Microsoft, kendini sebatla mikro bilgisayarlar için yazılımı geliştirmeye adayan ilk işletmelerden biridir. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra General Electric gibi şirketler, devamlı müşterileri arasında bulunmaktaydı. Gates 1977'de, aletlerini BASIC ile donatabilmek amacıyla, Apple, Tandy ve Commodore gibi PC (Personal Computer - Kişisel Bilgisayar) üreticileriyle lisans sözleşmeleri imzaladı. Ayrıca FORTRAN, COBOL ve Pascal gibi program dillerini geliştirmekle, Microsoft'a bir üstünlük ve uluslararası pazar yolunun kendilerine açılmasını (1978'den sonra ilkin Japonya olmak üzere) sağladı. Gates 1979'da yalnızca 13 çalışanıyla yaklaşık 3 milyon dolarlık bir satış gerçekleştirebildi.
1980'den sonra PC pazarına girip Gates'i bir PC işletme sistemi geliştirmekle görevlendirince, hızlı yükselişleri sürüp gidegeldi. Microsoft'un kısa zamanda tasarladığı MS-DOS (Microsoft Disc Operating System - Diskli İşletme Sistemi) 80'li yıllarda dünya çapında satış rekorları kırdı (120 milyon nüsha). Gates akıllıca bir öngörüyle haklarını mahfuz tutarak diğer donanım üreticilerine de satış yapabildi. Bunu izleyen zamanda giderek daha çok firma IBM ile bağdaşan aygıtları piyasaya sürünce, geliştirdikleri işletme sistemi bütün bilgisayarlar için standart hale geldi. Bu arada 1.000 çalışanı olan şirket, 80'li yılların ortasından sonra Avrupa'da şubeler kurdu. Şirketin başkanlığını yürüten Gates, tutarlı ekip çalışmasına ve katı bir performans ilkesine önem veriyordu. Bütün çalışanların performansları altı ayda bir değerlendirilmekteydi.
Gates işletme sistemine paralel olarak uygulama programları alanında da son derece başarılı çalışmalar ortaya koyuyordu. Multiplan Çizelge Hesap Programından (1982) sonra, 1983'te ilk kez fareyi (mouse) kullanan WORD adlı metin işleme sistemini başlattı. Özellikle WORD Avrupa'da çok satılırken, ABD'de Lotus 1-2-3 ve WordPerfect adlı rakipleri karşısında, ancak yavaş yavaş başarıya ulaşabildi.
Microsoft'un yazılım alanındaki kesin başarısı, Apple şirketinin kendilerine verdikleri siparişle gerçekleşti. Macintosh adını verdikleri örnek oluşturacak nitelikteki bilgisayar için çeşitli uygulama sistemleri (örneğin WORD ve Excel) geliştirildi. Gates şirketini 1986'da anonim şirkete çevirdi. Aradan çok geçmeden yalnız kendi payının (% 45) borsa değeri 1 milyar doların üzerindeydi.
MS-DOS işletme sisteminin grafik bir iyileştirmesi olan WINDOWS'un geliştirilmesi çalışmalarına Gates 1985 yılında başlamıştı. WINDOWS'u piyasaya sürdükten (1987) üç yıl sonra bir pazarlama kampanyasıyla başarılı oldular. Microsoft bu sistemi sürekli olarak daha ileri program elemanlarıyla genişletiyordu. Gates özellikle WINDOWS'u daha basit ve daha kullanışlı bir biçime sokmaya önem veriyordu. Microsoft 1993'te tartışmasız piyasanın lideriydi (yıllık ciro: 3,75 milyar dolar; borsa değeri: 20 milyar doların üstünde).
1975 ile 2006 yılları arasında Microsoft firmasının bütün idari kararları Bill Gates tarafından alınmaktaydı. Gates, 2006 yılında şirketteki sorumluluk yükünü kademe kademe azaltacağını ilan etti. Şirketin üst düzey yöneticilerinden Ray Ozzie ve Craig Mundie arasında görevlerini paylaştıran Gates, Forbes dergisinin 2009 yılında yayınladığı araştırmaya göre 60 milyar dolarlık serveti ile dünyanın en zengin adamı konumunu hala korumakta.
Gates 1994 yılında, Melinda French ile evlendi. Çiftin Jeniffer, Rory ve Phoebe adında üç çocukları bulunmakta. Ünlü iş adamı, golf ve tenis oynamayı sevmekte, iyi bir okuyucu olarak bilinmektedir. Ayrıca Leonardo da Vinci tarafından yazılmış olan el yazmalarının koleksiyonunu da yapmaktadır.
Bill Gates ve karısı, Bill&Melinda Gates Foundaiton adı altında, hayır işleri düzenlemek üzere bir vakıf kurmuşlardır. 2000 yılında kurulan vakıf, bağış yapılabilen, şeffaf yönetimli en büyük hayır işleri kuruluşlarından birisidir. Bill ve Melinda Gates, yıllık 28 milyon dolarlık bağış miktarları ile Amerika'nın en cömert hayırseverleri arasında sayılmaktadırlar. 





Thomas Alva Edison


       Dünyanın en büyük mucitlerinden biri olan Edison ABD’nin Ohio eyaletindeki Milan’da dünyaya geldi. Geniş bir düş gücü olan çok meraklı bir çocuktu. Öğretmeni onun bitmek bilmeyen sorularını aptallık belirtisi olarak gördüğünden okuyamayacağına karar vererek üç ay sonra okuldan uzaklaştırdı. O yıllarda kimyaya büyük ilgi duyan Edison bu konuda bulabildiği her şeyi okudu ve daha on yaşındayken kendi eliyle sebze yetiştirip satarak kazandığı parayla evlerinin kilerinde kimya deneyleri yapmaya başladı. 12 yaşındayken bir tirende dergi ve meyve satıyor, bir yandan da tirenin yük vagonunu yerleştirdiği küçük bir baskı makinesi ile haftalık bir gazete basıyordu. Ama bir gün içinde kimyasal madde bulunan şeylerden biri kırılıp vagonda yangın çıkınca Edison hem tirendeki işinden oldu hem de ömür boyu ağır işitmesine yol açacak biçimde yaralandı. Daha sonra telgrafçılık öğrenmeye karar veren Edison 1863-1868 arasında ABD ve Kanada da birkaç telgrafhanede çalıştı. 1868 de bir atölye kurdu ama yaptığı elektrikli kayıt aygıtının patentini satamayınca bir yıl sonra parasız ve borçlu olara Boston dan New York ‘a gitti. Altın borsasındaki telgraf aygıtının bozulduğu bir sırada rastlantıyla orada bulunması bir şans oldu. Edison aygıtı ustalıkla onardı ve başarısı telgraf şirketinde iş bulmasına yol açtı. Edison daha sonra kayıt yapabilen ve borsadaki fiyatların duyurulmasında kullanılan bir telgraf aygıtı geliştirdi ve patentini iyi bir fiyatla sattı. Sattığı patentlerden kazandığı parayla bir atölye kurdu ve kendi buluşlarının yapımına girişti. Edison ilk başarılı yazı makinesinin yapılmasına da katkıda bulundu. Bir telgraf teli üzerinde aynı anda 6 mesajın birbirine karışmadan gönderilmesinin yolunu buldu. Edison 1877 de sesi kaydedip tekrarlayabilen gramofonu icad etti. Bu ona büyük bir sevinç verdi. İlk başarılı gramofon denemesinde aygıtta “ Mary’nin küçük bir kuzusu vardı” şiirini okuduktan sonra gramofonu ikinci kez çalıştığında aynı sözcükler cızırtılı ama oldukça net bir biçimde duyulmuştu. O zaman fonograf adı verilen bu ilk gramofonun huniye benzer bir hoparlörü vardı. Ve mumdan yapılmış silindir biçimde plaklar kullanılıyordu. Edison un öbür buluşları arasında telefon ağızlığı ( verici) elektrik ampulü, demir nikelli akümülatör, elektrikli oy kayıt makinesi, diktafon da vardır.. günümüzde kullanılan film makinelerinin öncüsü olan kinetoskopu ticari amaçla kullanılabilecek biçimde geliştiren de Edison dur. Edison elektrik ampulü üzerinde çalışırken bir rastlantı sonucunda “ Edison Etkisi “ olarak bilinen olayı buldu. Ampulün filamanında ki karbon taneciklerinin zamanla buharlaşarak lambanın yüzeyinde biriktiği bu termoiyonik salım olayı sonradan radyo lambalarının temelini oluşturmuştur. Edison birinci dünya  savaşı sırasında elde edilmesi güç olan kimyasal maddelerin yerini tutacak yeni maddeler yapmanın yolunu aradı. Başarısını zekadan çok sıkı çalışmaya borçlu olduğunu söyleyen Edison yemek ve dinlenmeye zaman ayırmayı çok görür kimi zaman laboratuarında ki masalardan birinin üzerinde giyinik olarak uyurdu.